Ne ben karışırım, ne de sen karış!..
Devlet-i Osmanî’de ramazan ayında idareciler ve amirler, emri altındaki işçinin, memurun, askerin işlerini hafifletirlerdi. Bu sebeple padişah dahi dikkatle, bu veçhile sıkıntı olmaması için gayret ederdi. Yıldırım Bayezid Han yine böyle bir gün de biraz tutuk ve düşünceliydi. Başvezir Çandarlı Ali Paşa zat-ı şahanenin haline üzülüp, “Sultanım sizi üzen bir şey mi var?” diye sordu.
Padişah: Lala, bilirsin devlet işleri karışıktır, can sıkar. Zaman zaman celallendiğimiz oluyor, sesimiz yükseliyor. Bilinir mi emrimiz altında kimler bulunuyor? Düşünüyorum da, ya bunlardan biri Allah’ın sevgili kuluysa?
Çandarlı: Hazineye mâlik viraneler var sultanım; amma bilmek ne mümkin?
Padişah: Peki, hürmetine kâinatın yaratıldığı Sevgili Peygamber’imizin torunlarından birini; itibarsız, zahmetli ve kirli işlerde kullanıyorsak? Ya amirleri o mübareği yoruyor, yıpratıyor, azarlıyorlarsa?
Çandarlı: Bile bile kimse yapmaz Sultanım.
Padişah: Canım, bilirse yapmaz. Nereden bilsin Lala? Mesela sen, mülk-ü Osmanîde yaşayan seyyidlerin, şeriflerin adlarını, şanlarını, yerlerini, yurtlarını bilir misin?
Çandarlı: Bazılarını bilirim sultanım.
Padişah: Yani bazılarını da bilmezsin. Hani derim ki, bir müessese kurulsa, başına bir evlad-ı resûl konulsa. Doğanlar, ölenler kayıt altına alınsa, şecereleri tutulsa, basit işlerde çalıştırılmasa.
Çandarlı: Beli sultanım; ancak...
Padişah: Ancak, ne?...
Çandarlı: Reis olarak kimi seçmeli?
Padişah: Ona ne ben karışırım ne de sen karış. Git, Emir Sultan’a danış.
Çandarlı Ali Paşa, derhal Emir Sultan Hazretleri’ne gider. Büyük velî tayini bekliyor gibidir. Vazifeyi talebelerinden Seyyid Ali Natta’ya verir ki; mübârek ilim sahibi, edebli ve çok sevimlidir. Böylece ilk Nakib-ul Eşrâf olan Seyyid Ali Natta, Bursa’daki İshâkiye Zâviyesi’ne yerleştirilir, vakfın idâreciliği de ona verilir.